Spektrum Başlangıç Bölüm1 - Bölüm 2 - Bölüm 3

Bölüm 1

    Her şey buraya kadar mıydı? Yolun sonuna gelmiş miydik? Varoluşumuzun, mücadelemizin hepsi bir hiç uğruna mıydı? Bu akşamdan sonra 4,5 milyar yaşındaki Dünya için zaman ya hiç akmayacaktı ya da bizim için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sabahı görüp göremeyeceğimizi kendi aramızda tartışıyorduk. Garip bir tesadüf, 21 Aralık 2033 yılın en uzun gecesine denk gelen bu olay, geçmeyen zamanın da etkisiyle bitmeyecek bir gecenin başlangıcı gibiydi. İki gün önce yağan karın sebep olduğu ayazın ortasında, başımıza gelebilecek şeyleri beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. Aldığımız nefesin ciğerlerimize dolarken verdiği soğukluğa ve verdiğimiz nefesin ağzımızdan çıkarken oluşturduğu buğuya rağmen herkes dışarıdaydı. Böyle bir soğuk normal bir gece de olsa, kimse evinin sıcaklığını bırakıp da dışarıya çıkmazdı. Oysa bu gece neredeyse herkes; şehirde kendisine yakın olan en yüksek yere çıkmış, o anın gelmesini bekliyordu. İnsanlar havanın soğuğunu; yaşadıkları heyecan, korku, tedirginlikten hissetmiyor gibiydi. Herkeste farklı bir ruh hali vardı ve kendi ruh hallerine göre davranışlar sergiliyorlardı. Farklı ruh hallerindeki binlerce insanın yaptığı ortak tek şey ise bulutların arasından görünen sayısız yıldıza bakıp, büyük anın gelmesini beklemekti. Eşimle birlikte o ana tanık olmak için on binlerce insanın yaptığı gibi şehirdeki en yüksek tepeye çıkmış ve bu büyük olayı çıplak gözle görmenin verdiği hazzı yaşayarak tanık olmak istemiştik.

    Eşim Sahra Karan; otuz dört yaşında, ülkenin en genç fizik profesörü unvanını almış, izafiyet ve sicim teorileri üzerinde yirmiden fazla uluslararası makale yazmış, işine âşık bir kadın. Sahra’yı ilk kez dört yıl önce bir kongrede görmüştüm. Küt modelinde kısa kesilmiş saçları, siyah kemik çerçeve bir gözlük ve o gözlüğün ardında her şeye farklı bir şekilde baktığının ispatı gibi nemli, parıldayan mavi gözleri vardı. Kibar ve ufak elleri hiçbir ağır işte çalışmadığının kanıtı gibiydi. Üzerinde sıradan sayılabilecek siyah bir elbise ve ona uydurulmaya çalışıldığı belli olan bir ayakkabı giymişti. Neden bilmiyorum ama o an bana, “Bu kadar keşfedilecek şey varken süslenmeye zaman ayıramam,” diyor gibi gelmişti.

    O kadar ciddi duruyordu ki ona nasıl yaklaşabilirdim? Yanına gidip, “Nasılsınız?” diye sorsam veya “çok güzelsiniz,” desem ya da ortak bir arkadaş bulma çabasında bulunsam, bunların hiçbirinin işe yaramayacağından oldukça emindim. Ona yaklaşmak için daha aykırı bir şey yapmam gerekiyordu ve o aykırı hareketi yapmıştım. Sunumu sırasında savunduğu teze karşı çıkmıştım ve hararetli bir şekilde tartışmaya başlamıştık. Evet, onunla konuşmayı başarmıştım ve içimden, “Bir insan bu kadar tatlı tartışamaz,” diyordum. Birbirimize attığımız o sert bakışlar, daha doğrusu onun bana attığı o sert bakışlar, beraberliğimizin kıvılcım noktası olmuştu. O bakışlar bizi bugüne getirmişti.

    Ben Kaan Karan; otuz sekiz yaşında mekatronik mühendisiyim. Mekanik, elektronik ve programlama üzerine kurulmuş, 3 mühendisliğin birleşimi, diğer alanlara kıyasla yeni sayılabilecek bir alan. Zamanımın büyük kısmı eşimle kurmuş olduğumuz Bilform AR-GE şirketinde fen alanlarında buluşlar, icatlar yapmaya çalışıyoruz. Bu yüzden 4 yıl önce Sahra ile başlayan tartışmamız hâlâ devam ediyor diyebilirim. Gerçeği söylemek gerekirse 4 yıl önceki o sert bakışları tekrar görmek için çoğu tartışmayı gereksiz yere çıkarıyorum.

    21 Aralık gecesi eşim Sahra ve karnında altıncı ayını dolduran oğlumla beraber şehrin en yüksek tepesindeyiz. Sekiz ay önce dünyamıza yaklaştığı keşfedilen 400 km çapında dev bir asteroiti uzmanlar tespit etmişti. Nereden geldiği hiçbir zaman anlaşılamamıştı. Kimi bilim adamı güneş sisteminin dışından geldiğini, kimisi ise bunun Neptün ötesi bir cisim olduğunu tartışıp durdular. Bilim insanları bu asteroite farklı bir dilde umutsuzluğa kapılmak anlamında bir isim bile koymuşlardı. Halk ise söylenmesi daha kolay olduğu için dev asteroit demişti. Sekiz aydır tüm dünyanın gündemi bu cisim olmuştu. Tartışma programları, haberler, ülke başkanları… Herkes bu cismi konuşuyor ve alınacak önlemin etkinliğini tartışıyorlardı. Bu cismin varlığı bazı ülkeler arasındaki savaşı bile bitirmişti. Uygulanacak olan planda teknolojinin ürettiği en güçlü plazma bombasıyla atmosferimize girmesine 50.000 km kala iyonlarına ayrıştırılacaktı. Paramparça olması öngörülen bu dev asteroitin atmosferimize giren her parçasının ışıldayarak kayışı; bilim adamlarına göre bir daha göremeyeceğimiz bir havai fişek şöleni olacakmış.

    Asteroitin yok edileceği anı beklerken; insanlığın yok etmeye olan merakı ve her şeyi silaha çevirme arzusu takıldı aklıma. Uçağı icat ettik; silahlarla döşeyip savaş uçağı yaptık. Elektrikten elektromanyetik bombalar ürettik. Atomun parçalanabileceğini öğrendiğimizde ise onun da bombasını yapıp; milyonlarca insanı radyasyonun yıkıcı etkisine onlarca yıl maruz bırakmadık mı?

    Gezegenleri keşfedebilmek, gezegenler arası daha hızlı seyahat ve uzay gemilerini yakıt sıkıntısından kurtarmak için geliştirdiğimiz plazma motorlarının hangi ara silahını yapmıştık? Acaba hangi savaşta kullanılıp, bu sefer kaç masumu öldürecekti? Zekâmız, hem bir lütuf hem de lanetimizdi. Gücü yok etmek olarak algıladığımız sürece de bu lanetten her canlı nasibini almaya devam edeceğine şüphe yoktu. Bilim keşfetmektir aslında. Doğada olup biteni anlamaktır. Anladıklarımızdan yola çıkarak hayatımızı kolaylaştıracak icatlar yapmaktır. Doğada iyi ya da kötü diye bir kavram yoktur. Her şey dengeye ulaşmaya çalışır. Evrenin çalışma prensibi belki de bunun üzerine kuruludur. İnsan, doğanın işleyişini kullanış amacına göre; bilim ya iyi olur ya da kötü sonuçlar verir. Elde edilen gücün insana yetmediği ve insanın hep daha fazlasını arzuladığı dünyada; bilimher zaman bir yok etme aracı olarak kullanılacaktı. Ve her geçen gün dengesini bozduğumuz bu gezegen de bir gün kendini onaramadığı noktaya geldiğinde her şey için çok geç kalınmış olacağına şüphem yoktu.


Bölüm 2

    Kafam tüm bu düşüncelerle meşgul iken; devasa bir füzenin arkasından çıkan metrelerce uzunluktaki ateşin, gecenin karanlığına meydan okurcasına yeryüzünden uzaya süzülüşüne ve arkasında bıraktığı dumana gözlerim takılıp kalmıştı. Yüzlerce kilometre ötede olmasına rağmen çıkardığı sesi duymamak imkânsızdı. Etrafımızdaki kalabalığın bir kısmı heyecan içinde çığlıklar atıyor, kimisi sanki bu tehdidi ortadan kaldırmışız gibi zafer marşları söylüyor, bazıları ise kapıldıkları umutsuzluğu yüzlerine istemsizce yansıtarak olup biteni seyrediyor ve bizim gibi olanlar yaşananları yorumlayaraktahminlerde bulunup işlerin iyiye mi gittiğini yoksa kötüye mi gittiğini anlamaya çalışıyordu. Belki de hepimizin ortak yaptığı tek şey atmosferden çıkmak üzere olan devasa füzeyi izlemekti. 


    Bu füzeler, dünyadaki her ülkenin maddi desteği, gerekli maden temini, teknolojik alt yapıları kullanılarak ve bilim insanlarının ortak çalışması sonucu yapılmıştı. İnsanlık tarihinde zengin, fakir, gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin ortak katkısının olduğu tek olaydı. Bütün ülkeler ellerinden gelen ne varsa ortaya koymuştu. Her zaman olduğu gibi yine uygulanacak olan plan konusunda eleştiriler vardı. Planın yetersizliğinden bahsedenler, hatta bazı kesimler asteroitin dünyaya bu kadar yaklaşmasına izin verilmesinin Rus ruleti oynamaya benzediğini, en karamsar tabloyu çizenler ise Rus ruletinde en azından kurtulma şansının olduğunu, uygulanacak bu planın tam bir fiyasko ve hepimizi öldürecek hatalar zinciri olduğunu söylemekten çekinmiyorlardı. Oysaki kısıtlı zamanda üretilen füzelerle tek atış şansımızın olduğunu ve ne kadar yakın mesafeden ateşlersek hedefi tutturma olasılığımızın daha da artacağını, bu nedenle asteroitin yaklaşmasını beklemek zorunda kaldığımızı biliyordum. Benim anlayamadığım nokta ise 100–200 m çapındaki asteroitleri bile yıllar öncesinden fark edip, hatta yörüngelerinin denklemlerini hesaplayıp zaman içerisinde uzaydaki konumunu dahi biliyor iken; yıllar önce fark etmemiz gereken bu devasa gök cismini nasıl olurda sadece sekiz ay önce fark edildiğiydi. 

    Bu dev asteroiti yok etme planı ise şu şekilde çalışacaktı; 10 petawatt gücündeki lazerler 5 füzenin başına yerleştirilmişti. Bu lazer topları sadece 7 saniye ateşleme yapabiliyordu. Oluşturdukları yüksek enerji lazer topunun da ısınmasına sebep olduğu için 7 saniye sonra lazer topu yanıyordu. Bu füzelerin diğer bir özelliği de sığınak ve yeraltındaki hedefleri vurmak için tasarlanan zırh delici füzelerin sahip olduğu özelliğin onlarca kat daha güçlü versiyonları olmalarıydı. İlk yollanan füze asteroite yaklaşınca, lazerle atış yapılmaya başlanacaktı. Lazer ışını, asteroite değdiği noktada oluşturacağı yüksek ısıyla delik açacaktı. Güneşten dünyamıza gelen ışınların enerjisinin 174 petawatt gücünde olduğunu düşünürsek, 10 petawatt’lık bir enerjiyi tek bir noktada yoğunlaştırmak, muazzam bir güç demekti. Bu muazzam gücün tek hedefi ise yollanacak füzelerin asteroit içerisinde ilerleyebilmesi için delik açmaktı. İlk füze asteroit içerisinde gidebildiği kadar gittikten sonra güçlü bir patlamayla görevini tamamlamış olacaktı. Aynı özelliklere sahip ikinci füze ise aynı noktaya gönderilip ilk füzenin açmış olduğu deliği daha da derinleştirecek ve asteroitin merkezine yaklaşmamızı sağlayacaktı. Gönderilecek olan ilk dört füze birbirlerinin aynısıydı. Bu füzeler sayesinde asteroitin merkezine ulaşılacak ve son darbe olarak beşinci füze ile plazma bombası patlatılıp, asteroitin milyonlarca parçaya bölünmesi, bazı parçalarının uzay boşluğunda dağılması, bazı parçalarının ise atmosferimizde yanarak toz haline gelmesi ve büyük çoğunluğunun iyonlarına ayrılarak yok olması planlanmıştı. 

    İlk füzenin gözden kayboluşunun üzerinden yaklaşık otuz saniye geçmişti ki ikinci füze arkasından çıkardığı metrelerce ateş ve duman ile birlikte ateşlenmiş ve asteroite doğru ilerliyordu. Eşim Sahra başını omzuma koyarak belli etmemeye çalışsa da füzenin yükselişini hayranlıkla izliyordu. O anda ağzından farkında olmadan şu kelimeler çıkıverdi:

— 4 dakika 37 saniye...

— Uzaya varış süresi mi?

— Hayır. İki füzenin ateşlenmesi arasındaki süre.

    Mesleki bir alışkanlıktı bu yaptığı. Sanki her şeyi hesaplaması gerekiyordu. 

    Sahra’nın dediği gibi 4 dakika 37 saniye sonra üçüncü füze ateşlenmişti. Aynı periyotla dördüncü olan füze de asteroite doğru fırlatılmıştı. İnsanlarda o ilk füzeyi gördüklerindeki heyecan artık kalmamıştı. “Ne kadar çabuk alışıyoruz!” diye içimden geçirdim. Birkaç kere gördüğümüz şeylerin heyecanı ne kadar çabuk geçiyor. Bazıları yükselen son füzeye bakma gereği bile duymamıştı. 

    Füzelerin ateşlendiği yerden gelen büyük bir uğultu yükselmişti. Herkes uğultunun yükseldiği yöne heyecanla bakmaya başlamıştı. Atılan dört dev füzenin toplamından bile daha büyük olan bu beşinci füzenin, arkasından ateşler çıkmıyordu, duman izi de yoktu, adeta mavi bir ışık topu üstünde yükseliyordu. Beşinci füze yükseldikçe yeryüzünü mavi bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu durum mavi bir güneşin doğuşunu andırıyordu. İnsanlar beşinci füzeye ilk dört füzeye baktığı gibi heyecanla ya da korkuyla değil, daha çok hayranlıkla bakıyordu. Artık insanlık son hamlesini yapmış, plazma bombasını bu dev gök cisminin merkezine yollamıştı.

    Birden gökyüzünde kocaman bir hologram ekranı belirdi. İnsanlara; her şeyin yolunda gittiğini söylemek ve panik yapmanın gereksiz olduğunu kanıtlamak için böyle bir zahmete girilmişti. Dev hologram ekranda birbiri arkasına aynı rotada sıralanmış dört füzenin ve plazma bombasının ilerleyişini izleyebiliyorduk. İnsanlarda yeniden ateşlenen bir heyecan vardı. Kimileri bunu başarabileceğimize inanırken, kimileri sonumuzun geldiği hakkında yorumlar yapıyordu. 

    Dev ekranın sağ alt köşesinde bu projenin mimarlarından Prof. Dr. Aden Arel bilgilendirme yapıyordu:

— Asteroit, dünyamıza 50.000 km kala yolladığımız ilk füze ile vurulacak ve sırası ile yollanan üç füze daha birbirini takip ederek amaçladığımız gibi asteroitin merkezine doğru bir delik açılacak, bundan sonra devreye plazma bombası girecek ve asteroitin merkezinde büyük bir patlama meydana getirerek bu tehdidi ortadan kaldıracak...

    Dev ekranda asteroit gözükmüştü. İşte o an irkilmiştim. Büyük olduğunu biliyordum hatta bazen aklımda canlandırmaya çalışıyordum. Ama bu devasa boyutlardaydı. Sanki ufak bir gezegenin yarısı üzerimize geliyordu. Sahra farkında olmadan elimi daha güçlü sıkıyordu; o an onun da korktuğunu anladım.

— Sen bari korkma.

— Korktuğumu nereden çıkardın? Sen korktun diye benim de mi korkmam gerekiyor?

    Her zamanki güçlü duruşunu takınmıştı yine. Dev asteroit dünyamıza yaklaştıkça daha da büyüyordu. Böylesi devasa bir gök cisminin nasıl olur da sadece sekiz ay önce farkına varılabilindi? Anormal bir durum vardı ortada. Uzay kamerası asteroiti yakın planda çektiğinde gerçeğin korkunç yüzü bana bir tokat daha attı. Sekiz ay önce ilk duyduğumda çok fazla umursamadığım bu olay şu anda nefesimi kesiyordu. Adeta uzayı yararak üstümüze doğru geliyordu. Ekranın alt köşesinde röportaja devam eden Prof. Dr. Aden Arel bile susmuş, alt dudağını ısırarak tamamen istemsiz olarak uğradığı şoku milyarlarca insana göstermişti. 

    Gecenin başından bu yana heyecan duyan, birbirlerine sarılan, şarkılar eşliğinde yollanan füzeleri izleyen kalabalıktan çıt çıkmıyor, üzerlerine korkunun ağırlığının çöktüğü her hallerinden belli oluyordu. Herkes ekrandan bu tehditkâr asteroiti izlerken; Sahra elimi o kadar sıkıyordu ki canımı acıtmaya başlamıştı. Eliyle gökyüzünde bir yer gösteriyordu. Evet, artık çıplak gözle görebiliyorduk. Her saniye daha da büyüyerek üstümüze geliyordu. Sanki
dünyanın iki uydusu vardı. Tüm korkumu gizleyerek:

— Sen cidden korkuyorsun.

— Evet korkuyorum.

    İlk kez korktuğunu kabul etmişti. Eli karnında, sanki oğlumuzdan güç almaya çalışıyordu.

— Aşkım bu beklediğimiz bir olaydı. Boşuna o kadar füze ve plazma bombası hazırlanmadı.

— Biliyorum. Ama bu kadar büyük olacağını zihnimde canlandıramamıştım.

— Biz de oraya küçük bir bomba yollamadık. Yollanan patlayıcıların gezegenimizin yarısını yok edebileceğini sen benden daha iyi biliyorsun.

— Haklısın...

        Tüm bu konuşmalar yaşanırken; yollanan ilk füze ile asteroit birbirlerine kavuşmak üzereydi. Herkes dev ekrandan, yüzlerindeki korku ve panik ile olacakları izlemeye başlamıştı. Ve geri sayım başladı, “On…”



Bölüm 3

    Geri sayım, “Yedi,” dediği zaman füzelerin ucuna yerleştirilen lazer topu ateşlemeye başlamıştı. Mavi ile mor karışımı kalın bir ışın demeti asteroiti vurmaya başlamıştı. Sanki füze ile asteroit birbirlerine kocaman mavi gergin bir iple bağlıydı ve asteroit füzeyi tüm gücüyle kendisine çekiyordu. Lazer ışınının asteroite değdiği noktada yoğun bir duman ve ateş çıkıyordu. Değdiği anda binlerce derecede bir sıcaklık oluştuğuna emindim.

Spiker:

— Beş, dört, üç, iki, bir, sıfır.

    Spiker, “Sıfır,” dediği anda füze asteroitin içinde kaybolmuş, lazer topunun açtığı delikten içeri girmişti. Uzay kamerası açılan deliğe yakın çekim girmiş meydana gelecek patlamayı en iyi şekilde insanlara göstermeye çalışıyordu. Herkes büyük bir heyecanla patlama bekliyordu. Aradan dört, beş saniye geçmişti ki açılan delikten uzay boşluğuna doğru devasa bir ateş bulutu çıkmıştı. Füzenin açtığı delik akkor halde kırmızı bir şekilde parlıyordu. Metal ağırlıklı bir yapıya sahip bu asteroite açtığımız delikten uzay boşluğuna parçalar püskürüyor, metal buharları sanki bir gayzer gibi fışkırıyordu. Uzay kamerası açılan deliğe girdiği yakın çekimi bitirip yeniden eski haline döndüğünde ise açılan delik belli belirsiz görülebiliyordu.
Bu, asteroitin ne kadar büyük olduğunun adeta ispatıydı. Tek başına bir ülkeyi bile yok edebilecek bu füze, yakın çekim yapılmaz ise fark edilemeyecek kadar az bir hasara neden olmuştu.

    İkinci füzenin de hedefine ulaşmasına saniyeler kalmıştı. Artık kimse işlerin yolunda gittiğinden emin değildi ve ekranda yine geri sayım sayılmaya başlamıştı. Aynı şekilde yedinci saniyeye girildiğinde lazer topları devredeydi. Herkes nefesini tutarak füzenin asteroit içinde kayboluşunu izliyordu. Bu sefer çok daha az bir ateş bulutu açılan devasa delikten dışarı püskürmüştü. Sahra’ya baktım, bizden yaklaşık dört adım ileride duran bir kadını izliyordu. Kadın, ekranı izlemeyi bırakıp, her şeyden habersizce çocuk arabasında uyuyan kızını seyredip, başını okşuyordu. Bakışları sanki veda edercesine, kızını son defa görüyormuş gibi acı içindeydi. Artık elimizden hiçbir şeyin gelmediği bir an vardır ya hani; elimizin kolumuzun bağlandığı, düşünmeyi bıraktığımız… Bir yabancı da olsa bu ana tanık olmak yüreğimi burkmuştu. Sahra sıkı sıkıya tuttuğu elimi bırakıp kadının yanına gitti:

— Korkunuz çok yersiz hanımefendi. Kızınızla güzel günler
sizi bekliyor.

— Ekranı izlemiyorsunuz sanırım.

    O anda üçüncü füze asteroit içine girmek üzereydi.

— Sadece üçüncü füzeye bakmadım.

— O zaman füzelerin hiçbir işe yaramadığını da görmüşsünüzdür.

— O füzeler asteroiti yok etmeyecekti. Asteroitin merkezine ulaşmamızı sağlayacaktı. Zaten ilk füze asteroit içinde kaybolduktan sonra yaklaşık beş saniye sonra patladı. Üçüncü füzeyi kaçırdık, dördüncü füze ne kadar zaman sonra patlayacak siz sayar mısınız?

— Peki.

    Kadının yanından yeniden yanıma gelmişti. Yaptığı ilk iş yeniden elimi sıkıca kavramak olmuştu. Bana gülen gözlerle kısa bir bakış atmıştı. Başkalarına yardım edebilmek, Sahra için neredeyse bir yaşama sebebiydi. Başkasına yardım ettiği zaman gözleri, sanki ufak bir kandil yanmışçasına parlardı. Çevresine karşı duyarsız kaldığını hiçbir zaman görmemiştim.

— Seni bu yüzden çok seviyorum işte.

— Ne kadar.

— Verdiğin umut kadar.

“Pislik,” diyerek bir eliyle de koluma naz yaparmışçasına vurup; kandil gibi yanan gözlerle bir kere daha bakmıştı. Hemen arkasından en derinlerden geldiği her haliyle belli olan, “Seni seviyorum,” demesi...

    O an; belki de yüzümü güldürebilecek, içimde huzurun doğmasına sebep olabilecek tek şey eşimin içten gelen o iki kelimeyi söylemesiydi.

    Dördüncü füze de asteroitin içine girmişti. Kadına göz ucuyla baktığım zaman dudaklarını hareket ettirerek saymaya başlamıştı:

— Bir, iki, üç, dört,... On beş, on altı, on ye...

 Tam o sırada açılan delikten sanki birisi karanlıkta çakmak çakıyormuşçasına sönük bir ışık gelmişti. O ışıkta gözükmese kimse o füzenin patladığına inanmazdı. Aslında bu iyi bir şeydi; füzenin asteroitin en derinlerinde patladığının göstergesiydi. İşte son füzemiz de patlamıştı. Kadın Sahra’ya bakarak teşekkür mahiyetinde bir tebessümle başını sallamıştı.

— Adınız neydi?

— Sahra Karan.

— Bir daha ne olursa olsun umudumu kaybetmeme izin
vermeyeceğim.

— Artık güçlü bir kızınızın olacağına şüphem yok.

— Her şey için çok teşekkür ederim.

— Rica ederim.

    İkisi de birbirlerine son bir defa tebessüm ederek yeniden ekrana bakmaya başladılar. Yolladığımız plazma bombası arkasındaki kocaman mavi parlaklık ile asteroite yaklaşıyordu. Sizin için önemli bir şeyi beklerken günlerin geçmek bilmediği zamanlar vardır ya, sabırsızlanırsın, zaman akıp gitsin istersin ama inadına yavaşlar zaman. İşte benim için öyle bir andı. Sanki zaman ilerlemiyor ikisi
birbirine hiç ulaşmayacak gibi duruyordu. Sahra, her geçen saniye elimi biraz daha fazla sıkıyordu. Bunu istemsiz yaptığı o kadar belliydi ki kısık bir ses tonuyla:

— Sence ne olacak?

— Gerçeği mi söyleyeyim?

— Lütfen.

— Hiçbir fikrim yok.

— Peki ya başaramazsak?

— Başaramasak da beraberiz. Olmak istediğim yerdeyim.
Senden bir şey istiyorum. Başaramazsak asteroit bize çarpana kadar
beni öper misin?

— Kaçacak bir yer yok sonuçta. Son anlarımızda yapabileceğim
en iyi şeyi neden yapmayım. Gerçekten hiç korkmuyor musun?

— Sebebini bilmiyorum ama bir saat öncesinden daha az
korkuyorum.

    Ufak bir gülümseme ile başını omzuma koydu. Bir eliyle elimi tuttu, diğer eliyle de belimi sarmaladı ve ekrandan olup biteni izlemeye devam etti.

    Plazma bombasının başına yerleştirilen lazer topu da ateşlenmeye başlamıştı. Yollanan lazer ışını içeri girdiği delikte kayboluyordu, sanki bir kara delik gibiydi. İnsanlık tarihinin yapmış olduğu en güçlü bomba yavaş yavaş asteroit içine giriyordu. Açılan delikte devasa plazma bombasının motorundan çıkan mavilik bile yavaşça kaybolmaya başlamıştı. Bir süre sonra o mavi ışık bile görünmez hale gelmişti. Nefesler tutulmuştu. Herkes bundan sonra olacakların tahmin edilemeyişinin verdiği tedirginliği yaşıyordu. Sahra’nın konuştuğu kadın bomba içeri girdikten sonra saymaya başlamıştı bile:

— Bir, iki, üç… Yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört, yir...

Dediği anda asteroite açtığımız o koca delikten; sanki bir jetin motorundan çıkan ateşin milyonlarca kat büyütülmüş hali dışarı fırlıyordu. O kadar güçlüydü ki; çıkan uzun mavi ateşin etkisi atmosferimize dokunuyordu. Gökyüzünün o karanlığı maviye dönüşmüştü. Atmosferde, sanki durgun bir göle atılan taşın suda bıraktığı dalgalar gibi anlık bir dalga oluşturmuştu. Gökyüzündeki bulutlar bu dalganın etkisiyle kenarlara itilmiş, yuvarlak kocaman bir çember oluşturmuşlardı. Art ardına asteroitin merkezinden dışarı doğru binlerce delik açılıyor, açılan her delikten dışarıya sanki kocaman mavi bir lazer ışını çıkıyordu. Asteroit birden içine çekilmeye başlamıştı. Boyutu neredeyse üçte bir oranında küçülmüştü. Büzülmenin etkisiyle oluşan deliklerden dışarı çıkan o mavi ışın dışarı çıkmıyordu artık. Asteroitin her yeri çatlamaya başlamıştı. Ve o çatlaklardan dışarıya daha yoğun bir mavi enerji çıkıyordu. Tüm bu yaşananlar yedi sekiz saniye kadar sürmüştü ki asteroit birden ışıldayan bir küreye dönüşmüştü. Çok ani bir şekilde son bir kez daha büzülüp dışarı doğru milyarlarca mavi parçacık püskürtmeye başlamıştı. O devasa gök cismi kendisinden kopan milyarlarca mavi ve yeşil parıldayan parçalarla küçülerek uzay boşluğunda yok oluyordu. İyonlaşarak küçülmesi, bana bir buzun sıcak bir zemin üzerinde hızlıca erimesi gibi gelmişti.

    Herkes derin ve rahat bir nefes almıştı. Beş dakika önceki endişe, korku ve belirsizlik yine aynı oranda sevince dönüşmüştü. İnsanlar çılgınlar gibi çığlıklar atıyorlardı. Gökyüzüne karşı zafer işareti yapıyorlardı. Belki de insanlık var olduğundan beri; dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapılmadan, adeta bütün ülkedeki sınırlar kalkmış ve insanlar tek bir ülkede yaşıyormuş gibi ortak hareket ederek kazanılan zaferi sahiplenmişlerdi. Tüm insanlığı tehdit eden başka bir durum olmadığı müddetçe bir daha böyle bir manzarayla karşılaşmayacağımızı o kadar iyi biliyordum ki. Keşke bizi bir arada tutan insanlığımız olsaydı, ortak çıkar ve ortak tehditler olmasaydı diye aklımdan geçirirken, asteroitten kopan parçalar atmosferimize girmeye başlamıştı. 

    Plazma bombasının asteroitten çıkardığı ilk mavi ışın atmosferimize değdiği zaman büyük bir halka oluşturan bulutlar gecenin karanlığında bile belli oluyordu. Gökyüzünde kocaman bir halka ortasında, yıldızları ve asteroitten dünyamıza gelmekte olan mavili yeşilli sayısız parçalar bulutların oluşturduğu halkanın içindeki
zifiri karanlıkta serpiştirilmiş bir şekilde parıldayarak dünyamıza doğru geliyorlardı.

    Tam o bulut halkasının içinde ilk meteor parçaları kaymaya başlamıştı. Mavi parçalar atmosferde mavi izler bırakarak yeşil parçalar atmosferde yeşil izler bırakarak binlercesi aynı anda kayıyordu. İlk başta normal bir yıldız kaymasına benziyor gibiydi. Tek fark renklerinin farklı olmasıydı. Tam bu sırada Sahra:

— İzler kaybolmuyor.

— Nasıl yani.

— Normalde, atmosferimize giren meteorlar kayarken bıraktığı izi anlık görürüz. Ama bunların bıraktığı iz kaybolmuyor.

    Sahra söyleyene kadar olayın heyecanı ile fark etmediğim bu duruma dikkatli bakınca; gerçekten Sahra’nın haklı olduğunu gördüm. Parçalar, halkanın içinde sanki mavi ve yeşil kalemlerle boşluğu karalıyor, gelişigüzel düz çizgiler çiziyordu. Kayan her meteor atmosferde yanarak toz haline gelirken arkasında bıraktığı izler saniyeler geçmesine rağmen kaybolmuyordu.

    Dev halkanın içindeki o zifiri karanlık atmosferimize giren her parçanın bıraktığı mavi izle boyanıyordu. Nadir olarak maviler arasına serpiştirilmiş yeşil çizgiler dikkat çekiyordu. Ne oluyordu? Herkes bunu anlamaya çalışıyordu. 

    Halkanın dış cephesini oluşturan bulutların içinde elektriklenmeler olmaya başlamıştı. O kara bulutların içinde oluşan elektriklenmeler sanki bir fırtınanın başlangıcı gibiydi. Bulutların oluşturduğu halkanın içinde oluşan çizgiler garip bir şekilde hareketlenmeye başlamıştı. Yeşil çizgiler bulutların oluşturduğu halkanın
merkezine doğru hareket edip bir daire oluşturmaya başlamış, mavi çizgiler ise oluşan yeşil dairenin etrafını sarmaya başlamıştı. Acaba bu plazma bombasının bir etkisi miydi? Sonuçta bu silahı ilk defa kullanmıştık. Nasıl etkileri olacağı konusunda neredeyse hiçbir araştırma yapılamamıştı.

    Mavi ve yeşil çizgiler birbirinden ayrışıyordu. Yeşil çizgiler halkanın merkezine doğru hareket ederek bir daire oluşturuyorlardı. Oluşan daire zaman içerisinde büyürken mavi çizgilerin oluşturduğu halka yeşil daireyi içine almıştı. Mavi halkanın dış sınırı bulutlara kadar uzanmıştı. Gökyüzünde oluşan görüntü merkezde yeşil bir daire bu daireyi çevreleyen mavi halka ve mavi halkayı saran içinde fırtınalar kopan bulutlar şeklindeydi.

    Birbirinden uzaklaşmış, iç içe geçmiş bu halkalar birbirlerinden tamamen ayrılınca yeşil olan daire ile bulutlar saat yönünde hızını arttırarak dönmeye başlarken; bulut ile yeşil dairenin arasında bulunan mavi halka saat yönünün tersine dönmeye başlamıştı. Hızları belli bir seviyeye geldiğinde ise sabitlenmişti.

    Yeşil dairede de bulutların arasında olduğu gibi elektriklenme benzeri kıvılcımlar başlamıştı. Yeşil dairenin merkezinde sanki devasa bir yeşil küre oluşmuş gibiydi. Mavi halkaya doğru yeşil renkte şimşekler çakıyordu. Bulutlardan da mavi halkaya şimşekler düşüyordu. Yeşil şimşekler ile mavi şimşekler mavi halka içinde birleşiyor ve adeta DNA sarmalı gibi iç içe geçiyorlardı. Ne kadar korkutsa ve ne olduğuna hiç kimse bir anlam getiremese de, muazzam bir güzelliğin seyrine dalmıştık. Bulutlar ve yeşil tabaka enerjilerini mavi tabakaya aktardıkça hem hızları yavaşlıyor hem boyut olarak küçülüyorlardı. Mavi tabaka ise hızını ve boyutunu arttırıyor ve içinde mavi ile yeşil arası daha önce hiç görmediğimiz şimşekler oluşturuyordu, tam bu sırada eşim Sahra:

— Hava iyonlaşıyor.

— Nereden anladın?

— Bu kokuyu hatırlamıyor musun?

    Evet, bu koku Sahra söyleyince o kadar tanıdık gelmişti ki. İki yıl önce yeryüzüne düşen yıldırımlar ile ilgili aklımızdaki bir projeyle ilgili deney yapmak için yapay yıldırım makinesi yapmıştık. Oluşturduğumuz suni yıldırımları inceleyerek yeryüzüne düşen yıldırımların sahip olduğu enerjiyi kullanmanın bir yollunu arıyorduk. Yapay yıldırım yapmaya başladığımızda burnumuza gelen bir koku vardı. Demirin yanık kokusuna benzeyen bir kokuydu. Sanki hava yanıyor ve o yanık kokusunu kokluyorduk. O zamanki kokuyla şimdi burnumuza gelen koku birebir aynıydı. Tek fark; bugünkü koku binlerce kat daha yoğundu.

— Sen söyleyince fark ettim.

— İnsanları buradan götürmeliyiz. İyon kokusu bize kadar ulaştıysa gökteki o enerjinin üzerimize yağmur gibi yağacağından en ufak bir şüphem yok.

— Acele edelim, biz de gidelim o zaman.

    Sahra biraz yüksekçe bir yere çıktı. Gökyüzündeki enerjinin ahenkli dansını izleyen kalabalığa seslenmek için bağırdı ama çoğu kişi duymadı, duyan birkaç insan da Sahra’yı dikkate almamıştı. Sahra sesini duyura bilmek için sesini çığlık atarcasına yükseltse de hiçbir faydası olmuyordu. O sırada yanına iki polis memuru gelip Sahra’ya:

— Hanımefendi, sakin olur musunuz? İnsanları korkutuyorsunuz.

— Asıl insanlar az sonra olacaklardan korksun.

— Ne olacak ki az sonra?

— Onlarca, belki de yüzlerce yıldırım tepemize düşecek. Çevremizde hem yüzlerce ağaç var hem de şehrin en yüksek noktasındayız. Adeta açık hedef olduğumuzun farkında değil misiniz?

— Hanımefendi, bunları nereden biliyorsunuz?

— Fizik profesörüyüm ve yardım etmezseniz bugün asteroitin öldüremediği insanları yıldırımlar öldürecek.

    Polislerden birisi inanmış olacak ki yol kenarında duran arabasından megafonu alıp yanımıza geldi ve Sahra’ya verdi. Arkasından havaya iki el ateş açtı. Tüm kalabalık bir anda yönünü Sahra’nın olduğu tarafa çevirmişti. Sahra elinde megafon ile:

— Bu şimşekler üzerimize düşmeden acele bir şekilde aşağı inmemiz gerekiyor. Ağaçlardan uzak durarak panik yapmadan grup halinde yürümeden aşağıya doğru inin.

    Sahra aynı anonsu yapmaya devam ederken, kalabalıktan ona inananlar ayrılmaya başlamıştı. Takviye gelen polis ekipleri çıkacak kargaşayı önlerken, İnsanları sıraya sokarak tepeden aşağıya doğru inmeleri için yol göstermeye başlamışlardı. İnsanlar yaya, bisiklet, araba gibi araçlarla tepeden aşağıya doğru iniyorlardı.
Sahra’ya dönüp:

— Sahra herkes duydu bizde inelim artık.

— Tamam, biraz daha bekle.

— Binlerce kişi vardı, hepsine bir şekilde ulaşıldı. Hem polisler de devreye girdi. Yapacak bir şeyimiz kalmadı, hadi bizden gidelim artık. 

O sırada Sahra’ya inanan polis:

— Umarım size inandığım için pişman olmam ama eşiniz doğruyu söylüyor.

Sahra ikna olmuş bir şekilde:

— Tamam, sen arabayı yol kenarına getir. Ben gelip binerim. 

Arabayı park ettiğim yere doğru yürümeye başlamıştım. Yerdeki karların eridiğini fark ettim. O heyecan ve korku ile hiç fark etmemiştim. Aralıktaki o kış soğuğu yoktu artık. Sanki bir ilkbahar gecesiydi. Neler oluyordu hiçbir şeyi algılayamıyordum. Tüm bu düşüncelerle arabaya binip Sahra’yı almaya giderken gökyüzündeki devasa halkanın diğer ucundan yere mavi ve yeşil yıldırımlar birleşmiş bir şekilde yeryüzüne düşmeye başlamıştı. Yıldırım düştükten sonra arkasından duyulan o ses kesinlikle gök gürültüsüne benzemiyordu. Bu çok daha farklı bir şeydi. Sanki bir düzine savaş jeti arabamın camlarını titretircesine üstümden geçmişti.

    Sıkışık trafikte ilerleyerek Sahra’nın olduğu yere geldiğimde elliden fazla yıldırım düşmüştü. Sahra arabamı gördüğü zaman hamileliğin verdiği o hantallıkla araca yaklaşıyordu, yaklaşık olarak 10 metre kalmıştı bir anda saniyenin belki de onda birlik süresinde gözüme bir adet kelebek ilişti. Sahra kelebeklere âşıktı. Böcek olarak adlandırılmalarına rağmen kendilerine olan zarafetlerine hayrandı. Her kelebeğin kanadındaki kendine has desenin kimliklerini, mizaçlarını anlattığına inanırdı. Kelebeklerin kozadan çıkıp havada süzüldüğü o anı benden bile çok sevdiğini düşünür, kelebek de olsa onları kıskanırdım. Üç hafta önce kutladığımız doğum gününde Sahra’ya özel yaptırdığım gümüş altın karışımı o kelebek kolyeydi gözüme takılan. Ve tam o sırada gözlerimi yakarcasına kamaştıran ışık topunun Sahra’nın boynundaki kolyeye değişini görebilmiştim sadece...


Yorumlar